Yiğit Karaahmet

Aşklı kitaplar

18 Mayıs 2012
Hazır mısınız? Son iki haftanız falan kaldı. Yaz başlamadan ve çıplak bedenler şezlonglara serilmeden önceki son zamanlar. Bu aynı zamanda memleketteki az sayıdaki kitapçı raflarını süsleyecek olan aşk kitaplarının 2012 modellerinin de piyasaya gireceği dönem.

Bir tanesi girdi bile. Kötülük tohuımlarımı saçmak için gazetelerden haberleri takip ederken, sürekli bana sayfanın kenarından gülümsüyor ve kitabını okumam için çapkın çapkın bakıyor.

Hazır mısınız aşkı kitaplardan öğrenmek isteyen ev kadınları, kızları, liseli aşıklar, terk edilenler, ayrılanlar, özlem çekenler...? Doğru kitapçıya bir adet Can Dündar kitabı edinmeye.

Onu aldınız mı? Sizi gidi aşk hastaları. O zaman Murathan Mungan’ı da alın. Onun da yakınlarda aşklı kitabı çıktı. Tuna Kiremitçi, Aşk Doktoru, Haşmet Babaoğlu, Cezmi Ersöz, Sunay Akın ve bu türün piri sayılabilecek olan bilumum kadınlar da sırada.

Aşk kitapları bir yaz daha sizleri şezlongda yalnız bırakmayacak.

Benim bu tür kitaplar ve onların sadık okuyucularıyla ilgili anlamadığım pek çok nokta var. İçlerinden en önemlisi ise şu: Aşk adı verilen, nasıl bir duygu olduğu ya da bir duygu olup olmadığı bile belli olmayan bir takım hisler bütününü insanlık neden yıllardır adlandıramadı? Ve biz aşkın ne olduğunu neden Murathan Mungan’dan ya da Can Dündar’dan öğrenelim?

Neden?

Çok yakışıklı oldukları için mi çok aşık oldukları için mi?

‘Aşk bir tahtervallinin inip kalkmasıdır’, ‘Aşk bir sudur, iç iç doyamazsın’, ‘Aşk öyle bir şeydir ki aynı zamanda böyle bir şeydir’ gibi bir dolu ‘bullshit’in tekrarlarından oluşan bu kitaplarla ve bu üstün yazarlarla mı insanlığın ‘en önemli meselesini’ çözeceksiniz?

Yazının Devamını Oku

Yılmaz Erdoğan bu filmlere bir baksın

11 Mayıs 2012
Yine bir üstün başarı elde edecek filmimiz daha çekime başlanmadan tartışmaları pompalayarak, kişisel gündemlerimize dahil olmayı başardı.

Ünlü ve yetenekli oyuncu-yönetmen-senarist-komedyen-stand up’çımız Yılmaz Erdoğan bir sinema dergisine verdiği röportajda durup dururken ‘Türk filmlerinde neden ezan sesi duyulmuyor, biz de hep bu batılı baskı vardı’ diye kendini ortalara attı. Ne tatlı tesadüf. Tam da yeni filmini çekmeye başladığı zamanda bu ne hoş yüksek mertebelere göz kırpış.

Çok sistemli, çok planlı.

Mahsun Kırmızıgül taktiklerinin yeni ve entelektüel versiyonu gibi. Mahsun bey’de her filminden aylar önce magazin medyasını gerek oyuncularıyla gerek filminin dahiyane konusuyla şöyle bir çalkalar.

Peki acaba gerçekten Yılmaz Erdoğan haklı olabilir mi? Türk sinemasında ezan ya da dinin motifler baskı unsurları yüzünden kullanılmıyor olabilir mi?

Keşke Erdoğan seviyesini ve filmlere olan ilgisini Neşeli Hayat filminde Noel Baba’yı Türk yapmak düzeyinde tutacağına biraz daha yeni dönem Türk sinemasıyla ilgilenseydi entelektüel olarak biraz daha keskin olabilirdi. Belki bizi biraz daha ikna edebilirdi.

Mesela Reha Erdem’in bol ödüllü 5 Vakit filmi’ne bir baksaydı… Filmin tamamı adına da uygun olarak namaz saatlerine göre bölünüyor. Ve her bölümden bir diğerine geçilirken ezanları duyuyoruz. Olağanüstü bir sabah ezanı sahnesi var mesela. Erdoğan o sırada BKM mutfak oyuncularının müthiş komedi yetenekleriyle kafa patlatıyor olabilir ama keşke 5 Vakit’i ir izleseydi, o zaman görürdü ezan kullanımı ve sanat filmi bir arada nasıl olabiliyor.

Sadece ezan mı? Mahmut Fazıl Çoşkun’un Uzak İhtimal’i bir müezzinle rahibenin aşkını anlatıyor. Ve doğal olarak bol miktarda ezan, namaz, müzezzin sahnesine sahip, harika bir ilk filmdir. Mükremin Abi onu da izlemedi herhalde.

E hadi o zaman Takva’yı izleseydi o aman. Bir tarikatta dönüşüm geçiren adamın hikayesinde dini motiflerin ne sıklıkla kullanıldığını görse belki de ikna olurdu.

Yazının Devamını Oku

Çaydanlıktan dökülen su sesi

27 Nisan 2012
İnsanın parası olduğunda yapabileceği en güzel şey, hobilerine dilediği kadar zaman ayırabilmek. İş başlığı altında sonsuz kaynağı, zevke sefaya aktarmak ne hoş… Bulanmadan akmak ne güzel!

Sertab Erener’in geçtiğimiz Pazar günü Radikal’e verdiği röportajı okuduktan sonra bu hisler içindeydim. Sertab eski Türk Sanat Müziği şarkılarını seslendirdiği yeni albümü Ey Şuh-i Sertab için ne çalışmış, ne çalışmış… Bu eserleri layığıyla söylemek için o kadar kastırmış ki şarkıların orijinal kayıtlarında kullanılan ve artık günümüzde üretilmeyen müzik aletlerini yeniden ürettirmiş. Konservatuara profesörleri bulup çaldırmış vs vs. Bir dolu iş. Bir dolu goy goy. Yakışır.

Ne güzel işte parası var yapıyor. Ama maalesef ne kadar para dökülürse dökülsün, bu sanat müziği albümünde eksik olan bir şey var. Artık fotoğraflarında görüldüğü kadarıyla bir android’e dönüşmekte olan Sertab Erener’de ruh yok. Bir çaydanlıktan metal tencereye dökülen su sesi bile ondan daha etkileyicidir. Türk Sanat Müziği duayeni değilim, zaten herhalde artık bu işin duayenleri de bakırcı ustası gibi olmuştur, arasak bulabilir miyiz bilmiyorum? Sadece hissettiğim şeyi söylüyorum.

Ha Turkcell jingle’ı seslendirmiş ha ‘Ada Sahilleri’ni ikisi arasında bir fark yok gerçekten. Eski albümlerinden birinde Makber’i remiks yapacağım diye mahveden kadının bu iddiası takdire şayan. Yeşil çayı aşırı tüketmek böyle bir özgüven getiriyor herhalde insanlara.

Aynı sıkıcılık, aynı her karesine sinmiş reklam ve pazarlama kokan stratejik taktikler. Radikal röportajı, o saz eserlerinin tekrar üretildiğinin araya sıkıştırılması, bol miktarda bahsi geçen ‘Benim babam da Sanat musikisine çok ilgiliydi. Hatta benim adım bile Ey şuh-i Sertab şarkısından geliyor, o yüzden bu albümün adı da bu’ gibi çalışıldığı son derece belli diyaloglarla iyice yaldızını perçinliyor.

Üstelik ben bu albümün çıkış zamanını yanlış bulan kötü ‘analistlere’ de katılmıyorum. Bu albümün çıkış zamanında kötü demek bir trene bakmak kadar aptalca. Sertab şimdi buradan ne ekmek yer! Soner Sarıkabadayı besteleriyle uğraşacağına, burada hazır yapılmışı, insanımızı etkilemişi var. Neden onu söylemesin? Beş tane Açıkhava konseri (mutlaka orkestranın nasıl önemle toplandığını belirte bir Radikal röportajı daha verilir), üç tane sahil turnesi, iki içki sponsoru bulup bir de onunla bir turne daha derken yine cepler dolar. Vallahi Serdar Erener işi iyi biliyor.

Zaten röportajdan öğrendiğimiz kadarıyla bu albümle ilgili de en iyi yorumu yine Serdar Erener’e, Bülent Ersoy yapmış. Erener bir reklam çekiminde Ersoy’a ‘Bizim Sertab da bir sanat müziği albümü çıkarıyor’ demiş. Kadın da haklı olarak şu cevabı vermiş ‘Neden?’

Hakikatten neden?

Yazan: Yiğit Karaahmet

Yazının Devamını Oku

Muhteşem ikililer ve şov dünyası

20 Nisan 2012
Türk halkı fazla düşünmeyi ve hayal gücünü fazla çalıştırmayı pek sevmediği için gösteri dünyasında baştan ona bir doz olarak verilen çiftlerin ayrılmasından pek hoşlanmaz.

Kim uğraşacak şimdi? Baş aktristin yanına yeni bir erkek bulmaya çalış, sonra da onu birbirine yakıştır, uyumundan memnun kal, bir süre o çifti izlemekle yetin... Onun yerine ezberlenmiş ikililerin sürekli ısıtılıp gündeme getirilmesi her zaman daha iyidir ve daha garantili bir karardır.

Ama bazı yapımcıların da anlamadığı bir şey varsa bu çiftler ne kadar unutulmaz ne kadar garantili olurlarsa olsunlar zamanın değişmesiyle birlikte, yeni neslin favorileri de onunla birlikte başka kapıya sürükleniyor.

Bin bir umutla piyasaya ‘Muhteşem Yüzyıl’ın o akıl patlatan başarısına rakip olarak sunulan Bir Zamanlar Osmanlı-Kıyam dizisi yeni bir atakta bulunuyormuş. Dizide Valide Sultan’ı canlandıran Türkan Şoray’ın yanına Türk halkının kafasındaki mükemmel eşi Kadir İnanır’ı getirmeyi planlıyorlarmış. Büyük bir haber olarak medya sitelerinde müjdeleniyordu. İnanır bir sinema filminde rol alacağından şu an için teklifi reddetmiş ama açık kapı bırakılmış. Belki önümüzdeki sezonlarda istediği uzunlukta bir rol karşılığı o büyük bir özlemle beklenen ikiliyi ekranlarda görme şansına erişebileceğiz. Mutluyuz. Gururluyuz.

Peki acaba geldiğimiz 2012 yılında, kıyametten hemen önce Türkan Şoray-Kadir İnanır ikilsinin reytingi hala eskisi gibi mi acaba? Bunu bir düşündüler mi?

Çünkü devir artık onların star olduğu yıllar değil. Türk sineması senede 478 film çekmiyor, en ünlü kadın oyuncumuz Şoray, onun yakışıklı ve ünlü erkeği maalesef İnanır değil. Onların izleyicisi de değişti, kafalarımızdaki algısı da. Onlara değer veriyoruz, sinemamızın unutulmaz ikilisi ama maalesef televizyon piyasası için eskidiler ve unutuldular.

Şimdi bir oturup düşünelim bakalım hanımlar: Kıvanç Tatlıtuğ- Beren Saat ikilisini yeniden görmekle Kadir İnanır-Türkan Şoray’ı yeniden görmek arasında eşit reyting oranı mı var?

Şov dünyası böyle bir yer. Ne kadar unutulmaz olursan ol maalesef bir süre sonra eskiyorsun. Yerine hemen yeni bir aday getiriliyor ve çark o şekilde dönmeye başlıyor. Şimdi devir Kıvanç ve Beren’in unutulmaz ikili olduğu dönem.

Bundan bir 20 yıl sonra, ‘akıllı’ bir yapımcı uzun süredir iş yapmayan Kıvanç-Beren’i yeniden bir araya getirmeye çalışacak ama o zaman da yerlerine atıyorum Aynur-Mustafa çifti gelmiş olacak. Bu devran böyle devam edip duracak.

Yazının Devamını Oku

Demirkubuz’un Yeraltı’sı

16 Nisan 2012
Bir alışkanlık gereği Zeki Demirkubuz’un son iki filmini sinemada izledim. Genelde böyle bir ritüele bağlı kalmak gibi saplantım yoktur ama konu Demirkubuz olunca içimden bir şey onu desteklemem gerektiğini söylüyor.

Onu sinemada seyretme serüvenim Kader’le başladı, Kıskanmak’la devam etti ve sırada da merakla beklediğim Yeraltı vardı.

Bu sinemada seyretme konusuna özellikle vurgu yapıyorum çünkü sinemada film seyretme alışkanlığı gayet pahalı bir hobi bence. Sadece zenginler ve Gencturkcell’liler düzenli olarak sinemaya gidebiliyorlar. An itibarıyla ne zenginim ne de bir alana bir bedavaya girecek kadar gencim. Ama en sevdiğim Türk yönetmen için kalan son paramın 17,5 TL’sına kıyacak kadar da aptalım o ayrı konu.

Demirkubuz’un son filmi utanç verici bir şekilde sadece 25 kopyayla gösteriliyor. Bu da demek ki seyir anına ulaşmak için ufak bir de yolculuk yapmak lazım. Sinemayı ele geçiren tekelin insafına kaldık. Onlar neyi hangi sıklıkla izlememizi istiyorlarsa boyun eğmek zorundayız. Üstelik dediğim gibi bilet fiyatları çok pahalı, ulaşım, patlamış mısır da işin içine girince işin içinde çıkılmaz bir hal alıyor her şey (Mısırım olmadan asla!).

Demirkubuz’un İstanbul Film Festivali’ndeki tüm ödülleri toplamasının ertesi günü, Pazar akşamı 21.15 seansına yarı dolu bir sinemada heyecan içinde yerime oturdum. Kader’e bayılmış, Kıskanmak’an nefret etmiş, Yeraltı’na karşı ise önyargısız ve sevmeye hazırdım.

Ama olmadı. Bu sefer de olmadı.

Kendimi ne kadar zorlasam da bu filmi de sevemedim. Kibirli insanlara karşı savaş açan bu filmde, yönetmenin kendi kibirinin bir canavar gibi pusuda beklediğini görmek beni çok rahatsız etti. Demirkubuz artık kendisini çok ama çok fazla önemsiyor. Hatta sadece kendini önemsiyor, kendi işlerini çok seviyor, kendi sinemasına hayran… Mütevazı olması gerektiğini söylemiyorum ama niyetle yapılan şey birbirine bu kadar karıştığında olmuyor olamıyor.

Üstelik bir anti Engin Günaydın’cı olarak kendisini bu filmde de hiç sevemedim. Günaydın yine aynı rolü oynamış. Oynayabildiği tek rolü yani sıradan Türk erkeğini. Başka bir şeyi beceremiyor. Burhan Altıntop’un Ankara’da yaşayan hali bu seferde Yeraltı’ndaydı. O Tokat aksanı yine değişmemiş.

Hiç güzel şey yok muydu? Vardı elbette. Olağanüstü çekilmiş bir yemek sahnesi vardı ve kadın oyuncuların ikisi de çok iyiydi. Gerisi ise… Sadece koca bir kafa karışıklığı.

Yazının Devamını Oku

Yavuz’un Amerika macerası

6 Nisan 2012
Türk’ün dünyayı fethetme rüyasında maalesef onlarla aynı geni taşımak zorunda olduğumuz Orta Asya’lı akrabalarımız döneminden beri bir değişme olmadı.

Eskiden Viyana’ya kadar yaslanabilmişlerdi şimdi de arada bir Hollywood’a kadar gelip dayanabiliyorlar. İçeriye sızmaya çalışanlar oluyor ama maalesef. Burada da fazla ileri gidemiyorlar.

Dönemsel olarak mutlaka bir ünlümüz ya orada devasa bütçeli bir filmde oynayacak oluyor ya da artık Hollywood’un düşmüş aktörleri gelip burada Mahsun Kırmızıgül filmlerinde falan rol alıyorlar. Ama ‘Anne bak ben de global oldum’ mesajları pek sık. Pek şeker. Rengarenk ve hayat paylaşınca güzel.

Yeni uluslararası starı adayımız ise Yavuz Bingöl. Kendisinin bir Spileberg ve Tom Hanks ortak yapımı filmde oynayacağı haberi geçtiğimiz günlerde medyada kendine yer buldu. Göğsüm kabardı. Bir yerel ünlü bıyığımızın daha evrensel ünlü olabilme ihtimalini sevdim. Tıpkı Yılmaz Erdoğan’ın Nur Bilge’li Cannes macerasından sonra Avrupa sinemasında temsili bıyık olabilme ihtimali gibi.

Yavuz Bingöl bir Spielberg filminde… Her orta yaş erkeğinin rüyalarını süsleyebilecek proje. Filmin konusu İsrail-Filistin savaşını anlatacakmış ve Yavuz Bingöl hangi rolde olacakmış?

Bir şehit.

Bundan sonrasını düşününce ise biraz tereddüt ettim açıkçası. Çünkü Spileberg ve Tom Hanks filmlerine baktığımızda özellikle savaşlı falan olanlarda şehit kullanımında pek cimri davranmıyorlar. O kadroda aşırı derecede figürana ihtiyaçları var. Yani evet bir Hanks-Spilberg filminde rol alabilirsin ama bunun hangi rolde olacağı da biraz önemli değil mi?

Er Ryan’da ki çıkarmasında suya atlayan, arkalarda ve yüzünü hiç göremeden iki saniye içinde öldürülen askerlerden biri mi olacaksın? Yoksa Schinedler’in listesinde toplama kampına gönderilen, trendeki on beş bin kişiden biri mi?

Bir Spielberg filminde şehit rolü geldiği için Bingöl pek heyecanlıymış ‘ Başıma talih kuşlu kondu’ diyormuş. (Çok haklı. Belki bundan da 2. Avatar’da baş rolü alır). Esmerlerin ülkesi Arabistan’da insanların sarışın Kıvanç Tatlıtuğ için birbirini kestiği bir dönemde, Yavuz Bingöl’ün şehit asker performansını heyecanla bekliyorum. O filme gidip, orada ölen askerler arasından umarım yüzünü görebiliriz. Hatta çok şanslıysak bir ‘Hey Joe. Stop’ repliği de duyabiliriz.

Yazının Devamını Oku

Seda Sayan’dan kapak atak

30 Mart 2012
Seda Sayan bir dergiye kapak oldu, ortalık sarsıldı. Son dönemin en çok konuşulan, en tartışılan, doğru muydu yanlış mıydı gündemi en çok meşgul eden hamlesi, bu kapak atak oldu.

Mesele birbirinden iki zıt markanın Seda Sayan ve Marie Claire’in söylentilere aldırmadan birliktelik yaşaması. Ne işi var bir Kadırgalı’nın dünyanın en ünlü moda dergilerinin birinin kapağında? Düşük? Basit? Çirkin?

Ben açıkçası böyle düşünmeyenlerdenim. Ve bu hamleyi hem çok sevdim, hem de çok doğru buldum. Uzun süredir piyasadaki güçlü rakipleri kadar kendinden söz ettiremeyen Mari Claire dergisi bu atağıyla sürekli gündemde. Bizim sektörde kendinden konuşturmadığın sürece yoksun. Kimse seni hatırlamaz, o gül yüzlü imajına rağmen. Bu algıyı kırmakta ancak güçlü bir hamleyle mümkündür. Marie Claire’ciler de eminim çoook uzun ve deli didişmeli geçen bir editoryal toplantıdan sonra buna karar verdiler. Ne de iyi ettiler.

Seda Sayan şu anda kendi şovu da dahil bulduğu her kameraya bu çekimi, orada yaptığı açıklamaları, güzellik sırlarını anlatıyor. Bu da abartılı söylemezsem eğer televizyonun da gücüyle yaklaşık 20 milyon kadına ulaşması demek. E, kabul edelim harika bir halkla ilişkiler ve basın elçisi olmuş.

Kapağa yönelik itirazlarım yok mu? Elbette var. Öncelikli olarak Sayan’ın saçları neden kısa? Magazinde yakaladığıma göre Seda Sayan baya lepiska sarısı saçlarla takılıyor. Neden uzun saçlarını kısaltma gereği duymuşlar? Daha az tanınsın diye mi?

Seda Sayan'ın mayolu fotoğrafları için tıklayın!

İkinci olarak geçen Paris Vogue’un kapağında giyilen Prada mayonun aynısını giydirmekte biraz olmamış gibi. Yani bir modelin üstünde görülen mayoyla, bir model olmayan ünlünün üstünde görülen mayonun taşıyan açısından büyük farkı hemen anlaşılıyor. Seda Sayan’ın bacakları biraz aşağıdan börtlemiş. Üstelik Paris Vogue’un kapağındaki model de kısa saçlı. Bu yüzden mi kesildi güzelim kaynak saçlar?

Üçüncü olarak da kapakta Seda Sayan’ın tam kafasının yanına estetik mucizesi spotunun gelmesi de zihinlerde Freudyen bir kaymaya yol açıp, çok komik durmuş.

Hazır bu kapak ataktan bahsederken artık tarihin tozlu sayfalarına gömmemiz gereken bir histerimizden de vazgeçmenin zamanı geldi. Hanımlar, dünya üzerinde çıkan her derginin kapak fotoğrafında ve içerideki fotoğraflarında fotoşop vardır. Bu kadınların yazları bikini giymesi, terleyince su içmemiz ve Kenan Doğulu’nun boyunun kısa olması kadar sıradan bir durum. Ve her kapak fotoğrafında fotoşoplu mu değil mi tartışması yapmak aptallıktan başka bir şey değil. Elbette fotoşop olacak kapakta. Dergi kapağından bahsediyoruz, Zümrüt’te çektirilen vesikalıklarda bile fotoşop var artık.

Yazının Devamını Oku

Yılın muffin’i

14 Mart 2012
Ülkecek şu aralar kutlamalarla ağlamalar birbirine karıştı. Biz kutlama bölümüyle ilgilenelim şimdi şu anda sizleri ağlatmak için uğraşamayacağım.

‘İki kısa insanın mutlu bir birliktelik yaşayabileceği’ iddiasını dünyaya göstermek ispatlamak için yola çıkan Beren Saat-Kenan Doğulu ilişkisi mesela ne kadar tatlı değil mi?

Küçük birer vişneli muffine benziyorlar. Özellikle Beren Saat yılın düğünü için seçtiği (hayır Kate Middleton-Prens William değil) aşırı vişne çürüğü elbisesiyle (Özgür Masur imzalıymış) gerçek bir şekeri fazla kaçmış muffin gibi değil miydi? Tatlı kız Beren Saat. Açıkçası ondan nefret etmek için pek çok sebebim olsa da bunu yapamıyorum. İnsan onun başarılı olmasını istiyor. Sırf böyle bir damarımızı yakaladı diye yetenek yarışmasında ikinci olmasına rağmen onun kazanmasına ve trilyoner olmasına izin verdik. Çok tatlı bir milletiz, gerçekten. Orta Asya’daki atalarımız açık havada bol oksijen depolamış.

Kenan Doğulu peki? Onun durumu nedir sizce? İtiraf edelim biraz güzelleşti. Artık cildinin ölü derisini mi soydurdu, sodyum nitrat enjekte ektirip rengini parlattırdı bilemiyorum ama bir ışıldıyor adam.

Ya da en son yılın düğününde smokinle gördüğüm için beğenmiş olabilirim. O korkunç bir tasarım ucubesi sahne kıyafetlerinden sonra kendi ölçüleri içinde mazbut bir Kenan göze hoş geldi. Kendi ölçüleri içinde mazbut diyorum dikkatinizi çekerim, yine de Doğulu’nun smokin seçimi bir parça frapan yaka tasarımı da içeriyordu. Olsun yakışır. Çok tatlı. Bir Ken bebek maşallah. (Kenan Doğulu’nun tarihin en kısa süren kıyafet markası Ken dönemini hatırlıyor musunuz? Hiç yapamadı, hiç olmadı. Ken. Tatlı Ken)

Ylın muffin’i çiftimizin ilk medya sınavı da gayet başarılı geçti. Pahalı bir arabadan el ele aşırı güleç bir iniş. Acaba o gün dişlerini parlattırdılar mı? Bence kesin parlattırdılar ya da takma diş takıyorlar. Çünkü normal bir insanın dişleri o kadar parlayamaz.

Gördüğünüz üzere ülkemizde harika şeyler de oluyor. Kenan Doğulu ve Beren Saat ikilisi gibi. Bu mood’umda olursam yakında sizlere Gülben Ergen’in şahdamarı mesajlaşmasını da uzun uzun analiz edeceğim.

Mahmure hanım, mahmure hanım. Lütfen takipte kalın!

Yazının Devamını Oku