Şikayet kültürü

Bu yaz, çok insanın uğramadığı sakin bir Ege kasabasında birkaç günümüzü geçirdik.

Haberin Devamı


Bir sabah, kaldığımız pansiyonun 3-4 masalı sessiz ve yemyeşil bahçesinde kahvaltı ederken yan masadaki ailenin sohbetine kulak misafiri oldum:
Orta yaşlarını sürmekte olan anne, yan masada oturan bir başka tatilciye İstanbul’un kalabalığından, pisliğinden, içinde yaşadığımız dönemin acımasızlığından bahsediyordu.
Arada kısa sessizlikler oluyor, sohbet karşılıklı olarak bir “ortak şikayet ve nasıl da berbat bir dönemde yaşıyoruz” teması çerçevesinde, şehirlerin yaşanmazlığından Türkiye’nin dış politikalarına, her konudan birer ısırık alarak devam ediyordu.
Bu sırada sabahın serinliği, el değmemiş bir doğal ortam içinde bulunmamız, topraktan fışkırmış çiçekler, dalından meyveler sarkan güzelim ağaçlar...
Biraz ileride görünen heybetli dağ sırası, dağların denizle kavuştuğu yerdeki balıkçı sandalı, ışığın suyun üzerindeki dansı, güneşin sabah serinliğini yavaş yavaş içine çekmesi...
Bunların hiçbirinin anlamı kalmıyordu.
Acı olaylarla dolu bir yakın tarihin ve bugünün koşullarının ürettiği bir iletişim biçimi bu ve bize mahsus:
Travmalar üzerinden iletişim.
En hararetli sohbetler kalabalık şehirlerin yaşanmazlığı, içinde bulunduğumuz çağın acizliği, her şeyin ne kadar da kötüye gittiği üzerinden ilerliyor.
Peki sonra ne oluyor? Çayımızdan bir yudum alarak sabahımıza devam ediyoruz.
Bir sonraki “şikayet seansı”na kadar.
Her yönüyle insanına harika yaşam koşulları sunan, insan haklarına sonsuz saygılı ve medeni, kültürüne sahip çıkan ve koruyan, özgürlükçü bir ülkede yaşıyoruz diyemem elbette.
Fakat konu geliyor ve şurada duruyor:
Peki bunu değiştirmek için şikayet etmekten başka ne yapıyoruz?
Anormal koşullara adapte olmuş ve o anormal koşullar içinde yaşayabilmek için kendimize konfor alanı edilebilmiş insanlar olarak hayatlarımızı değiştirmeye korkuyor muyuz yoksa?
Sadece şimdiki zamanda yaşayan insanların sorunu değil korku.
Annelerimiz, annelerimizin anneleri, onların da üst nesilleri hep böyle yetişti.
Korku ile koşullanma, zincirleme reaksiyon olarak en alt nesillere kadar ulaşıyor.

Haberin Devamı

Korku temelli bir hayat

Haberin Devamı

Şikayet kültürü de o korkudan kaynaklanıyor. İnsanlar, hiç arzu etmedikleri kötü, yorucu, tüketici koşullara, korku ile koşullanarak yetiştikleri için alışıyorlar. Sürekli bir şeyleri, birilerini veya kendilerini kaybetmekten korkarak, konforsuzluk içinde bir konfor alanı yaratıyor, zamanla ona da alışıyorlar.
Sonra o “konforsuz konfor alanını” bırakmaya da korkuyorlar.
Karanlığa uyum sağlamak da bundan. Eğer yaşam koşulları iyileşecekse karanlık insanların yarattığı karanlığa dahi uyum sağlıyor insanoğlu. Ve buradan yine aynı sonuç çıkıyor: Oturduğun yerden şikayet etmek. Başkalarıyla iletişimini “şikayet” üzerinden kurmak. Çünkü en kolayı bu.
Hayatında hiç bir değişiklik yapmadan şikayet ederek rahatlamak. Sonra yine dolmak, yine şikayet etmek... Böyle sürüp gidiyor işte döngü, ona da “hayat” diyoruz.
Bunu değiştirmek elbette mümkün. Önce içinde bulunulan durumun saptamasını yapmak, farkına varmak, ardından “Peki bu mutsuz durumun içinden çıkmak için ne yapabilirim?” sorusunu sormak gerekir.
Hayatını güzelleştirmenin kendi kapısının önünü süpürmekle başladığını bilen gazeteci Nilay Örnek’in kitabı Bütün İyiler Biraz Küskündür’ü okurken, biraz evvel anlattığım o yaz günü geldi aklıma.
Güzel bir parkta otururken, denize havasını içinize çekerken aklınıza ilk şikayet etmenin gelmediği...
“Bu konuda gelişme kaydedebilmek için şikayet etmek dışında ne yapabilirim?” sorusunu sorabildiğiniz...
Hayatın, gözünüzün gördüklerinden, çevrenizden, korkularınızla oluşturduğunuz hayali sınırlardan daha büyük olduğunun farkına vardığınız bir hafta sonu olsun!

Yazarın Tüm Yazıları