GeriAşk Aşk da üstümüze kaldı
MENÜ
  • Yazdır
  • A
    Yazı Tipi
  • Hürriyet Twitter
    • Yazdır
    • A
      Yazı Tipi

Aşk da üstümüze kaldı

"Genel geçer aşk kavramının hayata karşı sizden daha donanımlı bir erkekten, tutkuyla sevin ya da sevmeyin- bir eşten, ya da babadan ne farkı var? O zaman kadın için öğretilmiş aşk da melek kılığında bir şeytan değil mi?"

Dünya edebiyat tarihinin en iç bayıcı aşk şiirlerini erkek şairler kaleme aldığı halde, bu yüzyılda aşk bütün olumsuzluklarıyla kadınların omuzlarına yükleniyor. İktidarlar, yılda bir kere alınan genelde "uyduruk", çoğunlukla "göstermelik" bir armağanla, kamusal alanda uğradığımız bütün haksızlıkları affedeceğimizi mi, mücadelelerden vaz geçeceğimizi mi sanmaya başladılar?

Erkek egemen toplum, tarih boyunca zayıflığı yakıştırdı kadına. Şimdi ise bilim, aslında kadınların acıya dayanma eşiğinin erkeklerinkinden dokuz yüksek olduğunu açıklıyor. Bağımlılık eşiğinin de dört kat yüksek olduğunu eklemeyi ihmal etmiyorlar. Egemen cinsten, erkeklerden daha dayanıklı ve daha zor bağımlı olan ezilen cins kadın, tamamen öğretilmiş bir yaşam içinde aşk denilen yanıltmalarla dolu kavramın küçük düşürücü öğelerini de sahiplenmek zorunda kalıyor.

Bizi hiçbir yere götürmeyen koşu bantları

Açık fikirli, bağımsız antropologlar, tarihçiler, etimologlar ve toplumbilimciler iki cins arasındaki bu ezme-ezilme ilişkisinin nasıl başladığına dair pek çok ilginç açıklama getirdi bugüne dek. Bugün biz kadınlar ister istemez, doğuştan gelen kimi özelliklerimizin, hormonal yapımızın bizi yaşam içinde belli bir noktada tuttuğunu kabul ediyoruz. Ama bunu kabul ettiğimiz andan itibaren de, "öğretilmiş değerler" konusunda keskin fikir değişiklikleri ve aydınlanmalar yaşamamız da mümkün oluyor. Eve kapanıp harıl harıl temizlik yapmanın bizim için doğuştan keyif verici bir eylem olmadığını herhalde ayırt eder olduk. Peki, sadece kırmızı güller, parfümler, mücevherlerle estetize edilen "aşk masalları"nı doğuştan keyif verici bulmadığımızı bilmiyor muyuz?

Günümüz aşk masalı da aslında Hollywood tarafından çokca özetlendi. Özel Bir Kadın, hatta Bodyguard gibi büyük gişe başarısı sağlayan romantik filmlere baktığımızda da, borsacı rüyamatik Hollywood'un Sindrella masalından bir adım öteye gidemediğini görüyoruz. Erkek koruyan, kollayan tanrı rolünü hiç bir koşul altında terk etmiyor. Ve o minik, sevimli, güzel gülüşlü kadın; erkeğin güçlü kollarına sarılmadan, hezeyanlarla dolu başını o geniş omuzlara yaslamadan mutlu olamıyor.

Bu arada aşk adı altında tarif edilen ama gerçek olduğu tartışılır o hastalıklı duygu sürekli yüceltiliyor: Aşk sizi her şeyden vaz geçirir, aşk size hayatın gerçeklerini unuttur, aşk sizi risk almaya zorlar, aşk kadını n'apar! Şimdi şöyle bir okuma daha yapalım ve önceki cümledeki aşk'ın yerine erkek sözcüğünü koyalım. Genel geçer aşk kavramının hayata karşı sizden daha donanımlı bir erkekten, tutkuyla sevin ya da sevmeyin- bir eşten, ya da babadan ne farkı var? Sizi üniversite okumaktan, ya da üniversitede dans eğitim görmekten vaz geçiren, size hayatın kendi bildiğiniz gerçeklerini unutturan, belleğinizi silen, sizi sigortasız, işsiz, ücretsiz ev kadını olarak evde çalıştırarak risk almaya zorlayan bir erkek, sadece bir baba bile olabilir. O zaman kadın için öğretilmiş aşk da melek kılığında bir şeytan değil mi?

Kadınların bireyler olarak erkeklerin egemenliği altında ezilmekten kurtulmasının bir ölçüye kadar mümkün olduğu artık sır değil. Çok çalışıp emek sarf ederek, şansınızın da yaver gitmesiyle iyi bir işe ve maaşa sahip olabilirsiniz. Statü sizi gündelik konfora kavuşturabilir. Eğitimli, zeki, başarılısınızdır. E, o zaman neyle denetleneceksiniz? Brigdet Jones'un Günlüğü, Sex and the City gibi son günlerde çok moda olan temalara bakar bakmaz doğru yanıtı buluyorsunuz: Öğretilmiş aşk. Sizi dize getiren, beyninizi meşgul eden, sizi o kadar çalışıp sahip olduğunuz pek çok şeyi riske ya da ikinci plana atmaya iten bir aşk... Onu aramak ve bulmak zorunda olduğunuza inandırılıyorsunuz. Erkeklerin payına sizin dantelli iç çamaşırlarınızın baş döndürücülüğü, yüz dolardan aşağıya küçük bir şişesini alamayacağınız parfümlerinizin kösnül kokusu düşer. Siz de adamlar şeylerine paralel bir kravat takıp bir tower'ın otuzuncu katında toplantıya gidince, sizi hiç bir yere götürmeyecek bir koşu bandının üzerinde tepinip durun bakalım.

Bizim de günümüz gelecek

Aşk büyük ihtimal hiçbir zaman adil değildi ve hiç bir kültürdeki tanımının içine adalet girmez. Ama son zamanların aşk öğretisinin iyice ezici ve hatta aşağılayıcı olduğunu söylemek çok mu düşmanca olur? Kazandığımız haklar sayesinde para kazanır olduk ama bunu şimdi sırf öğretilmiş bir aşkı bulmak yoluna "güzelleşmeye" çalışırken harcamamız mı gerekiyor? Kazandığımız haklar sayesinde elimiz iş tutuyorsa, hala ve hala patron olan erkekler içinden en hızlı arabası olanın daha yakınında bulunmakla mı övüneceğiz? Ya da bir 14 Şubat'ta muhtemelen bütün hayatı bir kadından çok daha kolay geçen bir erkeğin kazanmak için zerre savaş verdiği şüpheli hakları sayesinde doldurduğu cebinden sıkışan bir banknotla satın aldığı bir armağanla mı avunacağız? Her yıl bu armağan bize gelsin diye mi bekleyeceğiz?

İnsan duygularını manipüle etmek zor değil. Bir şarkı, bir bestseller roman, iki reklam, bir de uzun metrajlı film çok iş görür. Şimdi de aynı şekillerde önümüze sunulan, bize öğretilen, küçük kızlara da öğretilmeye çalışılan aşk kavramı da gitgide haşin bir tanım kazanıyor. Aşk denilen bon bon şekeri düşünmeyi yavaşlatan bir hap olarak "yeni" kadına sunuluyor. Ve kimse bundan fazla yemeyin, şişmanlatır demiyor, şimdi kimse bunun yan etkisinden söz etmiyor.

Aşkın yüceltilmesi tamamen tek taraflı, şikeli, hileli, düzenbazca. Aşk artık sadece kadınların gözünde yüceltiliyor. Bir zamanlar en azından Love Story'de sevdiği kadın ölüyor diye çılgınca ağlayan, berduşa dönen bir erkek vardı.

Bütün bunların olumlu bir yanını bulabilirsiniz. Sonuçta "yeni" kadının aşka ikna edilmeye ihtiyacı olduğu kesin. Bir erkek uğruna ne çok şey verildiği ister istemez gördüğü içindir ki, içinde bir güvensizlik taşıyor. Ama sonra, bir bakıyor ki, aşk depremde yıkılıp duran kocaman elbise dolapları gibi üzerine devriliyor. Demek ki, aşk da benimmiş diyor, kadın ister istemez. Demek ki bununla uğraşmak da benim meselem. Çocuk bakmak, evlenmek istemek, güvenli insan toplulukları oluşturmak, "namusumu" korumak,(tecavüze, tacize uğramamak için) kendimi korumak gibi bu da benim görevim. Aşk da böylece üzerimize kalıveriyor, sırtımıza ağır bir aba gibi atılıyor.

Peki ya görevden sayılmayan ama sadece kadınların için değil, bütün bir insan ırkı için gelişmeyi, ilerlemeyi, eşitliği ve özgürlüğü getirebilecek bir hareketi canlı tutmak? Ezildiğini fark edip, ezilenlerle dayanışmak, tarihi yeniden yazmaya kalkışıp, umudu canlı tutmak? Peki aşk şekerinden çok eşit işe eşit ücret istemek? Sadece kendimiz için değil, bütün hemcinslerimiz için? ABD gibi "özgürlükçü" bir ülkede, büyük bir mağazalar zincirinde yirmi yıl çalışıp kasiyerden başka bir şey olması engellenen, bir de mağaza müdürü olacak kıçı kırıkların pandiklerine hedef olan kız kardeşlerimiz için mesela? ABD'de böyleyse, Afganistan'da nasıldır... Faturaları öderken, hesabı sormadık ki. Öyleyse, zaten ya dayakla ya ninnilerle kapatılıyorsa gözlerimiz, öğretilmiş aşkla uyumayı niye istemeliyiz ki? Hayır, aşk da böyle üzerimize kalmasın lütfen.

Özel günleri kadınlar hatırlar, erkekler unutur, kadınlar da buna çok kırılır öyküsünü dinleye dinleye özel günleri hatırlayan biri haline gelirsiniz. Sonra da erkeklerin unutmasını, sonra da buna kırılmayı öğrenirsiniz. Keşke birisi de bize bu türden fasaryaları unutmayı öğretse. Keşke bir Sevgililer Günü gelse ve bir kadın olarak unutsak, yahu neydi bugünün tarihi, dur bir ajandama bakayım, ha akşam güzel bir film var kabloluda, onu izleyecektim... Sonra akşam evde kadın arkadaşlarla televizyona bakıp cips tıkınırken, sevgilinin ıstırap dolu sesi duyulsa cep telefonunda: "Canım bugün bizim günümüz, niye hiç aramadın. Hani birlikte akşam yemeği yiyecektik!". Hayır, benim günüm değil. Benim günüm henüz gelmedi...

False